Sanatın Doğuşu
Bugün için,
sanatın ortaya çıkışına tam ve kesin bir cevap verebilecek durumda değiliz.
İlk insandan günümüze kadar geçen zaman içinde insanoğlu, çeşitli amaçlarla
maddeye biçim vermiş, maddeye hükmetmeye çalışmıştır. Bütün bu
faaliyetler içerisinde, sanatın başlangıç noktasını kestirmek oldukça
zordur. Sanatın başlangıcı sorununu aydınlatmak üzere, pek çok yazar,
kitaplarının giriş bölümlerinde uzun sayfalar ayırmaktadırlar. Bütün bu
çabalara rağmen, bu konunun pek az aydınlatılabildiğini söyleyebiliriz.
Sanatın başlangıcı olarak kabul edilen örnekleri
"ilkel sanat" başlığı altında toplamak, alışkanlık halini almıştır.
"İlkel sanat" terimi, ilk bakışta ve çabucak bazı şeyleri çağrıştırmakla
birlikte; geniş anlamda kullanılan " ilkel" kelimesinin kapsamından
dolayı, bazı anlam kaymalarına da yol açmaktadır. Bu yanlış anlamalara fırsat
vermemek için, bizi ilgilendiren " ilkel sanat ", tarihî
kronolojinin başlangıcında yer alan ilkel sanattır.
1. Paleolitik Çağ
Alet yapabilen insanlar ile ilgili rastlanabilen en
eski izler, aşağı yukarı 40 bin yıl önceye aittir. İzlerini, örneklerini
bulabildiğimiz bu ilkel el hüneri işlerin bulunduğu çağa Paleolitik çağ
ya da Eski Taş veya Yontma Taş Çağı adı verilir. Paleolitik çağın insanı
madeni tanımamış, bütün aletlerini taştan, ağaçtan ve kemikten yapmıştır.
İnsan elinin, ilk defa çakmaktaşını işleyip bir bıçak
yapıncaya kadar geçen zamanla, bizim bildiğimiz tarihî dönemler arasında,
pek büyük bir zaman mesafesinin olduğu açıktır. Taşı eline alan ilk
insandan piramitleri yapanlara kadar geçen sürecin uzunluğu, zaman katmanlarının
korkutucu derinliği, bir dizi karanlık çağları da içine almaktadır.
Fakat, sanat için, ilk aletin yapılmasıyla ilk adım atılmıştır.
Paleolitik çağ insanı ilk buzul çağında yaşamış,
taştan yontarak yaptığı baltaları, mızrak uçları, kesiciler, kazıyıcılar
gibi çeşitli araçları kullanmışlardır. Bu insanların alet ve araç yapımında
kemikten de çok yararlandıkları görülmektedir.
Bu çağdan kalan ilk eserler, bazı küçük
heykellerdir. Bunların en eskisi Garonne (Garon) ırmağı vadisinde bulunan
fildişi kadın başıdır. Mamut dişinden oyularak yapılmış bu baş, dört
santimetre kadardır ve 40 bin yıl öncesine ait olduğu sanılmaktadır. Bu
heykelin dışında, 1922 yılında Yukarı Garonne'da bir mağarada bulunan bir
kadın heykeline rastlanmıştır. Lespugue (Lespüg) Venüsü denilen bu heykel
de mamut dişinden yapılmış olup, 15 cm. boyundadır. Kadın vücudu bu
heykelde, bir takım yuvarlakların, küreciklerin üstüste yığılması şeklinde
tasvir edilmiştir ve 30 bin yıl öncesine aittir (Halen Paris'de "İnsan
Müzesi"nde bulunmaktadır). Viyana Doğa Tarihi Müzesi'ndeki Willendorf
(Vilandorf) Venüsü ise 11 cm. yüksekliğinde olup, kireç taşından yontulmuştur.
Bu kadın heykelinde baş, tıpkı bir dut ya da böğürtlene benzer şekilde işlenmiştir
(Resim 2).
Mağaralardaki kadın resimleri ile göğüs, kalça ve karın kısımları
şişirilmiş olarak gösterilen kadın heykelciklerinin, soyun devam
ettirilmesinde , üremede en büyük rolü oynayan, bereketin sembolü olarak
kadını kutsallaştırmak veya doğumun artmasını sağlamak için yapılmış
oldukları düşünülmektedir. Bunlar, sihir veya büyü ile de ilgili
olabilirler.
Bu seriden sonra, yalnız yontulmuş değil; geyik
kemiklerine, taşlara ve mağara duvarlarına kazılmış hayvan figürcükleri
gelir. Bunlar, başarı ile ifade edilmiş çok sayıda geyik, yaban öküzü,
at, mamut, yaban domuzu gibi hayvanlardır. Mağaralarda bulunan resim kalıntıları,
eskilik bakımından ancak yirmi, otuz bin yıl öncesine kadar gidebiliyor. Bu
mağaralardan ilk önce keşfedileni, İspanya'daki Altamira Mağarası'dır.
Buradaki resimler, kalem biçimine yakın şekillere getirilmiş toprak veya taş
çubuklarla yapılmış oldukları anlaşılmıştır. Çünkü, bu çubukların
kalıntıları bulunmuştur. Renk olarak yalnız kırmızı, sarı, siyah ve
kahverengi kullanılmıştır.
Bu resimler, önce kenar çizgileri taşa oyularak,
sonra da araları renklendirilerek yapılmıştır. Renklendirme; odun kömürü,
manganez toprağı ve kırmızı tebeşir gibi maddelerin ezilmesi ve su ile karıştırılması
ile elde edilen bir boya ile yapılıyordu. Boyalar ise ya parmakla, ya kıldan
veya tüyden fırça ile, ya da çomaklarla sürülüyordu.
En son bulunan resimli mağara Fransa'daki Lasque (Laskö)'dür.
Bilinen en eski mağara resimleri, bu mağarada bulunmaktadır. 30 bin veya 25
bin yıl eskiye ait olduğu tahmin edilmektedir. Altamira mağarasındaki
resimlerden daha güzel, daha iyi korunmuş ve daha zengindir. Duvarlarda beş
metre boyunda hayvan resimleri bulunmaktadır. Bu mağaranın duvarlarına beş
metre boyunda öküz resimleri çizmek, günümüzde dahi oldukça zor bir
durumdur. Çünkü bu figürleri çizerken görebilmek ve iyi çizilip çizilmediğini
kontrol etmek için geriye çekilebilecek bir mesafe yoktur. Bu sebeple, oldukça
ilkel bir çağdaki bu insanların, bu resimleri nasıl yapabildiği oldukça düşündürücüdür.
İnsanlığın bu en eski sanat eserlerini anlamak ve değerlendirmek için, bugünkü
estetik değerlerimizi bir tarafa bırakmamız gerekmektedir. Bütün bu
eserler, ne belirli bir güzellik duygusunun ifadesi, ne de sanat için yapılmış
eserlerdir. Bunların, bir amaç için ortaya konduğu anlaşılıyor. Yaygın
kanaate göre bu resimler, ilkel insanların avcılıktaki başarılarını artırmak
için başvurduğu büyüye yardım etmek için yapıldıkları sanılmaktadır.
İlkel insanlara göre, bir varlığın hayaline sahip olmak, onu elde etmek
demektir. Yani resimdeki hayvanı yaralamak veya öldürmek, gerçek hayattaki
av hayvanının da ölmesine veya gücünden kaybetmesine yol aşacağına inanılıyordu.
Bu inanış, halen yaşayan bazı ilkel kavimlerde de benzer şekillerde devam
etmektedir. Mağaraların duvarlarında resmedilmiş hayvanların üzerinde,
parmakları açık eller görülür. Ya da çoğunlukla, hayvan bir okla yaralı
gösterilir. Bunlar; ele geçirme işaretleri midir? Şu halde, doğarken; sanatın
sihir ve büyü karakteri olması gerekir (Resim 3).
Sonuç olarak paleolitik çağ (Eski taş) mağaralarında
özellikle dikkati çeken durum, gün ışığı ile aydınlanan bölümlerde hiç
bir tasvirin yapılmamış olmasıdır. Resimli kısımlar, genel olarak mağaraların
girişlerinden 90 metre kadar içeride bulunmakta, bazı hallerde de, bu
zeminlere ulaşmak için, dehlizlerden sürünerek ilerlemek gerekmektedir. Bütün
bunlardan anlaşılan şudur ki; bu resimler, mağara duvarlarını süslesin
diye yapılmış olamaz.
Birçok durumlarda mağara resimleri üst üste yapılmışlardır.
Yani çizilip boyanmış bir hayvan resminin üzerine bir başkası, sonra onun
da üzerine bir başkası yapılmıştı. İlkel insan bu resimlerin güzel olup
olmadığına, saklanmaya değip değmediğine bakmıyordu. Eğer resmin büyüsel
etkisi kalmamışsa, üstüne bir yenisi yapılabiliyordu.
2. Neolitik Çağ
Bu çağın, M.Ö. 7. bine kadar uzandığı anlaşılmaktadır.
Bu çağın insanları ovalarda, su kenarlarında, verimli ve savunması kolay
yerlerde yaşamaya başlamışlardır. Paleolitik çağda olduğu gibi, karada
ve suda avcılık halâ önemli bir yer tutmakla beraber, bu çağın insanı
hayvanı evcilleştirmiş, üretici olarak tarım yapmış, köyler kurmuşlardır.
Kullandıkları taş aletler önceki çağdakilerden çok daha gelişmiştir. Mağaralarda
yapılan resimlerin yerini, kerpiç evlerin duvarlarını süsleyen ve bugüne
kadar canlı renklerini koruyabilen duvar resimleri almıştır.
Neolitik çağ insanları, mağaraları bırakarak
kendilerine kerpiç, saz ve kamıştan kulübeler yapmışlar ve köyler meydana
getirmişlerdir. Bu köyler bazen açıktı; bazılarının etrafı ise hendek
ve çitlerle çevriliydi; bazen de göllerin ortasında kazıklar üzerinde yapılan
kulübelerden meydana geliyordu.
Yapı sanatının Neolitik çağda başladığı söylenebilir.
Meydana getirilen bu yapılara Megalitik yapılar, bu kültüre de Megalitik kültür
adı verilir. (Megalit kelimesi, Yunanca mega = büyük, lithos= taş
kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur, büyük taş anlamına gelmektedir.)
Bu yapıların birer mezar yapıları veya yıldızlarla ilişkili yapılar olduğu
sanılmaktadır.
Megalitler başlıca iki grupta toplanabilir:
1- Dayanak gerektirmeden ayakta duran taşlar; bunlar
yalnızken "Menhir" (Resim 4), bir doğru üzerinde dizilir veya daire
şeklinde sıralanırsa "Cromlech" (Kromlek) adını alırlar (Resim
5).
2- Paralel düzenlenmiş bir döşemeyi taşıyan taşlardan meydana getirilen odalar ki; bunlara da "Dolmen" denir (Resim 6). Dolmen'ler, birer mezar odalarıdır. Bu mezar odalarının üstü toprakla örtülürse, ortaya çıkan tepeciklere Tümülüs = Höyük adı verilir. Dolmenler, basit dolmen, örtülü koridor, kubbeli dolmen adını alan türlerde olur.
Menhirler, Fransa'da ve İngiltere'de çok sayıda bulunmaktadır. Bunlar 10-12
metre yüksekliğinde dev taşlardır. Menhirlerin çoğunun mezar taşı olduğu
ispatlanmıştır. Büyüklükleri sebebiyle de, sanki canlıymışlar gibi halk
masallarına konu olmuşlardır. İlgili efsanelerde menhirler; doğarlar, büyürler,
dans ederler ve ağlarlar.
Bazı menhirler tarihî bir hatırayı sonsuzlaştırırlar.
Menhirler, toprak sınırını belirtmek için de kullanılmış olabilirler.
Menhirlerin dikilme sebeplerine en uygun açıklama ise, bunların ilkel idoller
yani dinî semboller olduklarıdır.
Genel olarak yalnız duran menhirler, bazen bir çizgi
üstünde dizilmiş de olabilirler. Daire şeklinde dizilmiş olanlar, belki dinî
anıtlar veya kurban sunaklarıydı. Cromlech (Kromlek) denilen bu dizilerin yönleri
yıldızlara göre olduğu için, güneş tapınağı da olabilirler.
Dolmenler'in içinde bazı kil eşyalar bulunmuştur.
Fakat, çoğu soyulmuş olan bu mezar odalarında, neolitik çağı aydınlatabilecek
çok az eşya kalmıştır. Buna karşılık dolmenlerin çoğunun üstünde,
geometrik ve sembolik figürler kazılıdır.
Dolmenler çeşitli şekiller gösterirler:
Basit Dolmen :Ayakta duran iki veya birkaç taşın üstünde,
yatık durumdaki büyük bir taştan oluşur. Bu ilkel dolmen, bazen bir tümülüs
ile örtülüdür.
Kubbeli Dolmen : Bu tip dolmende, harçsız taşlarla
örtülmüş ve kilit taşıyla kapanmış bir kubbe görülür. Yunanistan'da
"Tolos" denilen bu tür inşaata, Fransa ve İrlanda'da bugün dahi çoban
kulübeleri arasında rastlanmaktadır.
Örtülü Koridor : Son çağ dolmenlerinin hepsi bu türdedir.
Bütün anıt, üstü örtülü bir geçitten ibarettir. Bunun bazı kısımları
delikli bir taşla ayrılır ve bazılarında rölyeflere rastlanır (Rölyef,
kabartma olup, heykel sanatının bir çeşididir. Bir figürün çıkıntıları,
derin bir şekilde zemine bağlı olarak çıkarılmışsa "yüksek rölyef",
eğer çıkıntılar hafif bir biçimde belirtilmişse "alçak rölyef"
adını alır).