Aristo ve Yunan Bilimi
1. Aristo'dan Önce Yunan Bilimi
"Sokrat insanlığa felsefeyi, Aristo ise bilimi verdi," der Renan. "Sokrat'tan önce bilim vardı; vardı ama,
Sokrat ve Aristo'dan sonra dev adımlarla ilerledi. Bu ilerleme onların kurmuş olduğu temele dayanıyordu."
Aristo'dan önce bilim, ana karnındaki cenin gibiydi, Aristo'yla doğdu.
Yunan uygarlığından başka uygarlıklar da bilim yollarını araştırmışlardı. Ancak, hâlâ tam olarak çözülemeyen çivi
ve hiyeroglif yazılarından anlayabildiğimiz kadarıyla, bu bilimler teolojiden ayılmıyordu. Yunan uygarlığı
öncesi halk toplulukları, doğada anlamı belirsiz her olayı, doğaüstü bir etkenle açıklamaya çalışmışlardı.
Yani, her yerde tanrılar vardı. Kozmik karmaşıklığı ve esrarlı olayları doğal olarak ilk açıklayanlar, İyonyalı
Yunanlılar olmalı. Bunlar fizikte özel olayların doğal nedenlerini, felsefedeyse bütün doğal bir kuramını
araştırmışlardı. "Felsefenin babası" denilen Thales (M.Ö. 640-550) her şeyden önce bir astronomdu. Tanrı
diye taptıkları, güneş ve yıldızları ateşten toplar olduğunu söyleyerek, Miletos'un yerli halkını şaşkına
çevirmişti. İlk olarak astronomi ve coğrafya haritaları çizen Yunanlı Anaksimendros (M.Ö. 610-540), Thales'in
öğrencisiydi. Evrenin toplu bir yığın olarak başladığını, nesnelerin sonradan karşıtlara ayrılarak
çıktığını, astronomik tarihin, evrimle yok olan sayısız dünyalar hâlinde, belli dönemlerde kendini
tekrarladığını; yeryüzünün, içinde bulunan itici kuvvetler arasındaki denge sâyesinde uzayda kıpırdamadan
durduğunu; bütün gezegenlerin bir zamanlar sıvı hâlindeyken, sonradan güneşin etkisiyle buharlaşmış
olduğunu; hayatın ilkin denizlerde başladığını, sonradan deniz yatışınca karaya çıktığını; karada kalan bu
hayvanlardan bazılarının, soluma yeteneği kazandığını ve
böylece bütün sonraki kara hayatını doğurduğunu; insanın
başlangıçta, bugünkü biçimde olamayacağını, çünkü insanın ilk ortaya çıktığı zaman, yeni doğuşta kendi
kendini koruyabilecek durumda olmadığını, ergenlik çağı uzun olduğu için de sağ kalmasına imkân olmadığını
söylemişti. Başka bir Miletoslu, Anaksimenes (M.Ö. 450 sıraları) de, nesnelerin ilkel durumunu, sonradan
rüzgar, bulut, su, toprak ve taş olarak yavaş yavaş yoğunlaşan gevşek bir yığın olarak çizmiştir. Maddenin
üç biçimi olan gaz, sıvı ve katı yoğunlaşmanın dereceli aşamalarıydı. Depremler başlangıçta, sıvı olan bir
toprağın katılaşma nedeniydi. Hayat ve rûh bir bütündü. Perikles'in öğretmeni Anaksagoras (M.Ö. 500-428), güneş
ve ay tutulmalarını doğru olarak açıklamış gibi görünüyor. Bitki ve balıklarda solumun işlemini de otaya
çıkarmıştır. İnsan aklını da; elin serbestçe kullanılmaya başlanmasıyla açıklamaktadır. Bütün bu
adamlardaki bilgi yavaş yavaş bilime dönüşmüştür. Servetinden ve servetin doğuracağı kaygılardan kaçarak
Efes'te, tapınak direkleri arasındaki gölgelikte, incelemeler yapmak üzere yoksul bir hayatı seçen
Herakleitos (M.Ö. 530-470), bilimi, astronomiden alıp günlük sorunlara çevirmiştir. "Her şey durmadan akıyor
ve değişiyor," demişti. En durgun maddede bile göze görünmeyen bir akış, bir hareket vardır. Kozmoz tarihi
tekrarlanan dönemler hâlindedir. Hepsi de ateşle başlayıp ateşle son bulur. "Her şey mücadeleyle doğar ve
ölür," der, Herakleitos. "Savaş her şeyin babası ve kralıdır. Kimini tanrı, kimini insan yapmıştır. Kimini
özgür, kimini köle." Mücadele olmayan yerde çürüme vardır: "Sarsıntı geçirmeyen karışım, bileşkelerine
ayrılır." Bu değişim, mücadele ve seçim akışında değişmeyen tek yasadır. "Her nesne için ayrı olan bu
düzeni ne tanrılar, ne de insanlar yapmıştır. Tâ başlangıçtan beri vardı, şimdi de var, gelecekte de var
olacaktır." Empodekles (M.Ö. 445'te Sicilya'da) evrim fikrini daha ileri bir aşamaya götürmüştür. Organlar
kendiliklerinden değil, doğasal bir seçimle meydana gelir. Doğa, organları türlü yollarla bir araya
getirerek, organizmaları defalarca dener, sınar. Bir aradalık düzeni, ortamın ihtiyaçlarını karşıladığı
zaman, canlı sağ kalmakta ve kendini durmadan çoğaltmaktadır. En sonra da Leukippos (M.Ö. 445
sıraları) ve Demokritos (M.Ö. 460-360) ile maddeci, gerekirci (determinist), atomcu olan Aristo öncesi
bilimin son aşamasına geliyoruz. "Her şey," der Leukippos, "Zorunluluk yüzünden doğar," Demokritos da:
"Gerçekte atomlardan ve boşluktan başka şey yoktur," der. Algılama nesnenin duyu organına fırlattığı atomlar
sâyesinde olmaktadır. Sayısız dünyalar olmuştur, vardır,
olacaktır. Her an gezegenler birbirleriyle çarpışıyor,
ölüyor ve aynı boyut ve biçimlerle, atomların seçme yoluyla birleşmesi sâyesinde Kaos'tan yeni dünyalar
doğuyor. Niyet diye bir şey yok, evren bir makinedir.Bu baş döndürücü, üstünkörü özet, Aristo'dan önceki
Yunan biliminin hikâyesiydi. Bu öncülerin deney ve gözlem araçlarından yoksun olarak çalışmak zorunda
kaldığını düşünecek olursak, böyle acemice davranışları bağışlanabilir. Yunan zanaatının kölelik kâbusu altında
uyur kalması, bu göz kamaştırıcı başlangıçların tam olarak gelişmesini önledi. Atina'daki siyasi hayatın
hızla karışıklığa gitmesi de Sofistleri, Sokrat'ı ve Eflatun'u fiziksel ve biyolojik araştırmalardan, ahlâk
ve politika kuramları yoluna saptırdı. Aristo'nun büyük yanlarından biri, Yunan düşüncesinin bu iki yolunu,
fiziği ve ahlâkı kapsayıp birleştirecek ölçüde yetenekli ve yürekli olmasıdır. Öğretmenimi aşıp geriye giderek,
Sokrat öncesi Yunan'da bilimsel gelişimin kaçan ipliğin
yeniden yakalamış, onların başardığı esere daha güçlü
ayrıntılar ve daha değişik gözlemle devam etmiş ve biriken bütün sonuçları örgütlü bir bilimin göz
kamaştırıcı bütünü hâline getirmiştir.
2. Doğabilimci Aristo
Burada tarihsel sırayı izleyerek, büyük düşünürün "Fizik" adlı eseriyle işe başlarsak, hayâl kırıklığına
uğrarız. Çünkü aslında bu eser fizik değil, bir metafizik eserdir. Madde, hareket, uzay, zaman,
sonsuzluk, neden ve "en son kavramlar" vb. konular anlaşılması güç incelemelerdir. Daha canlı görünen
bölümlerden biri Demokritos'un "boşluğu"na saldırısıdır. Aristo: "Doğada boşluk olamaz," der. Çünkü boşlukta
bütün cisimler aynı hızla düşerler. Bu imkânsız olduğuna göre, "var olduğu sanılan boşluğun içinde hiçbir şey
olmaması gerekir." Aristo'nun pek ender rastlanan ince alaylarından biridir bu. Doğrulanmamış varsayımlara
baltadır. Böylece, kendinden öncekilerin felsefesini küçümser. Eserlerine önsöz olarak, incelediği konu
üzerinde kendinden önce gelenlerin düşüncelerini anlatan tarihî hikâyeler yazmak ve bunları her fırsatta vermek
filozofumuzun alışkanlıklarındandı.Bütün bu nedenler yüzünden Aristo'nun astronomisi, kendinden öncekilerden pek fazla ileri gitmiyor. Sözgelişi, Pitagoras'ın, güneş sistemimizin merkezi olduğu görüşüne katılmıyor. O şerefi yeryüzüne
yakıştırma yoluna gidiyor. Ama meteoroloji üzerine yazdığı küçük eseri parlak gözlemlerle dolu. Sadece
düşünceye dayanan açıklamaları bile aydınlatıcı ateşler saçıyor. "Bu bir çember dünyasıdır," diyor. Güneş
durmadan denizi buharlaştırıyor, ırmakları ve pınarları kurutuyor ve sonunda sınırsız ummanı çıplak bir kaya
hâline getiriyor, öte yandan göğe çıkan ve ırmaklar denizleri oluşturuyor yeniden. Her yerde, gözle
görülmeyen etkin bir değişiklik sürüp gidiyor, Mısır, "Nil'in eseridir," binlerce yüzyıl kalıntılarının
ürünüdür. Bir yandan deniz karaya sokulmak isterken, öte yandan kara parçaları, çekingen bir şekilde denize doğru
uzanıyor. Yeni kıtalar ve denizler meydana geliyor. Eski
denizlerle kara parçaları kayboluyor ve dünyanın bütün
yüzü, bir büyük gelişim ve çözülüm hâlinde değişiyor, değişiyor. Bazen bu geniş olaylar birdenbire oluyor ve
uygarlığı, hattâ hayatın jeolojik ve maddî temelini yıkıyor. Büyük doğal afetler yeryüzünü zaman zaman
çıplak bırakmış, insanı başlangıcına geri getirmiştir Sisyphus olayı gibi, uygarlık en son noktasına eriştikten sonra barbarlığa dönmüş, her şeyi bir kalemde
silip yeniden işe başlamıştır. Böylece, aynı bulşlar ve keşifler, hemen hemen "sonsuz tekrarlanış" hâlinde
birbirini izleyen uygarlıklarda yeniden ortaya çıkmış, ağır iktisadî ve kültürel birikimin aynı
"karanlık-çağları", öğrenim, bilim ve sanatın aynı
"yeniden-doğuşları" yer almıştır. Halk arasında yaşayan
bazı masalların eski kültürlerden kalma, belli belirsiz gelenekler olduğunda kuşku yoktu. Böylece insanın
hikâyesi kısır döngü içinde sürüp gitmektedir; çünkü kendisini taşıyan yeryüzüne hâlâ egemen olamamıştır.
3. Biyolojinin Temeli
Aristo, hayvanat bahçesinde dolaşarak düşündükçe, hayatın sonsuz çeşitliliğinin, bütün halkların
birbirinden hemen hemen farksız bir zincir gibi olacağına, sürekli bir sıra izleyecek şekilde
düzenlenebileceğine inanıyordu. Nesnelerin yapılışında ya da yaşayış biçiminde, üretimde ya da yetişimde,
duyuda da duyguda, her bakımdan, en aşağı organizmalardan en yükseğine kadar, ufacık derce farkları ve ilerlemeler vardır. Bu ölçeğin en alt
katında canlıyı "ölü"den ayıramayız hemen hemen; "doğa, cansızlar ülkesinden canlılar ülkesine öyle dereceli bir
geçiş sağlamaktadır ki, onları ayıran sınır çizgisi belirsizdir, varla yok arasındadır." Cansızlarda bile
bir ölçüde hayat olabilir. Öyle türler de vardır ki, bunlara kesinlikle bitki ya da hayvan demek güçtür. Bu
aşağı organizmalar, birbirlerine çok benzedikleri için, onları kendilerine özgü cins ve türlere ayırmak, nasıl
hemen hemen imkânsızsa, hayatın bu düzeninde dereceler ve ayrılıklar da, görev ve biçim çeşitliliği kadar
ilginçtir. Ama bu büyüleyici yapı zenginliği arasında insanı bazı şeyler kesinlikle belirlemektedir. Sözgelişi
hayat, karmaşıklık bakımından olsun güç bakımından olsun, ağır ağır gelişmiştir. Zihin, yapı karmaşıklığı
ve biçim hareketliliğine uyarak ilerlemiştir. Görev konusunda gittikçe artan bir uzlaşma olmuştur.
Fizyolojik kontrolsa, sürekli olarak gittikçe merkezleşmiştir. Hayat yavaş yavaş kendine bir sinir
sistemi, bir de beyin yapmıştır. Zihinse, çevresine egemen olmak için azimle ilerlemiştir.
Burada ilgimizi çeken şey, gözüne çarpan bütün bu aşamalar ve benzerlikler karşısında Aristo'nun, evrim
kuramını ortaya koymamış olduğudur. Empedokles'in "Bütün organların ve organizmaların en uygun olanı sağ kalır,"
diyen öğretisiyle; Anaksagoras'ın, "insan ellerini hareket etmek için değil, iş görmek için kullandığında
akıllanmıştır," fikrini kabul etmemektedir. Tam tersine, "insanın ellerini kullanmasının nedeni
akıllanışındadır," demektedir Aristo. Doğrusu biyoloji bilimini kuran biri için, mümkün olduğu kadar çok yanlış
yapmaktadır. Sözgelişi, üretimdeki erkek öğenin rolü sadece kışkırtmak ve çabuklaştırmaktır, der. Şimdi
partenogenesis deneylerinden öğrenmiş olduğumuz gibi, meni hayvancılığının asıl görevinin yumurtayı
döllemekten çok, erkeğin aktarılabilecek niteliklerini embriyon'a vermek ve böylece çocuğa iki atasal soyun
güçlü bir değişkenini, yeni bir karışımını sağlamak olduğu aklına gelmemiştir. Teşrih denen şey olmadığı
için, sık sık fizyolojik yanlışlar yapmakta, kaslar üstüne hiçbir şey bilmemektedir; hattâ varlıklarından
bile habersizdir. Pis ve temiz kan taşıyan damarların farklı olduğunu bilmez; beynin kanı soğutan bir organ
olduğunu düşünmektedir. Erkeğin kafatasında, kadınınkinden daha çok eklem olduğunu düşünmesi ve
erkeğin her iki yanında sadece sekiz kaburgası olduğuna inanması hoş görülse bile, kadında erkekten daha az diş
olduğunu söylemesi bağışlanamaz. Oysa, kadınlarla ilişkisinin pek de yakın olduğu söylenirmiş!
Bütün bunlara rağmen Aristo, biyolojide kendinden önceki herhangi bir Yunanlıdan çok daha büyük ilerleme
gösteriyor. Kuşlarla sürüngenlerin yapı bakımından büyük benzeşme içinde olduklarını; maymunun, dört ayaklılarla
insan arasında bir yeri olduğunu söylüyor. Hattâ bir yerde cesâreti ele alıp insanların tek bir hayvan
grubuna, yavru doğuran dört ayaklılara (bugünkü "memeliler") ait olduğuna bile değiniyor "Rûh, bebeklik
çağındayken, hayvanların rûhundan farksızdır," diyor. Aydınlatıcı bir gözlemde bulunarak insanın yediğinin
yaşayış biçimini belirlediğini söylüyor: "Hayvanların bazısı sürü hâlinde yaşar, bazısıysa tek başına ve
beğendiklerini besin elde etmeye en uygun biçimde yaşarlar."En sonra da embriyoloji bilimini kuruyor: "Büyümeyi
başlangıcından beri izleyen kişi, o şeyler üstünde en iyi görüşe sahip kimse olacaktır," diye yazıyor.
Yunan hekimlerinin en büyüğü Hipokrat (doğumu M.Ö 460), bir tavuk yumurtasını kuluçka süresinin türlü
evrelerinde kırarak deneysel yönetimin iyi bir örneğini vermiş ve bunun sonuçlarını "Çocuğun Başlangıcı" adlı
eserinde açıklamıştı. Aristo bunu izlemiş, bugün bile embriyologların hayranlığına yol açan, civcivin
gelişmesini tanımlamayı sağlayan deneylerde bulunmuştur. Genetikte yeni birtakım denemeler de yapmış olsa gerek.
Çünkü; çocuğun cinsiyetinin erkek husyelerinden gelen meninin taşıdığı kromozomlara bağlı olduğu kuramını
kabul etmemekle ve babanın sağ husyesinin iptal edilmesinin, çocukların değişik cinsiyetlerde doğmasını
engellemediğini söylemektedir. Birtakım son derece çağdaş kalıtım sorunları koymaktadır ortaya. Elisli bir
kadın, bir zenciyle evlenir, çocuklarının hepsi de beyaz olur. Ama bir kuşak sonra zenciler yeniden belirir. "Ara
kuşakta karalık nereye saklanmıştı," diye sorar Aristo. Bu ölçüde büyük önemi olan ve akıllıca bir soruyla,
Gregor Mendel'in (1822-1882) çağ açan deneyleri arasında sadece küçük bir adım vardı. Bütün bu biyolojik eserleri
bozan yanlışlara rağmen, yine de hepsi, herhangi bir tek kişinin meydana getireceği en büyük anıtı teşkil
etmektedir. Bildiğimiz kadarıyla tek tük bazı gözlemler dışında, Aristo'dan önce, biyoloji diye bir şey
olmadığını göz önünde tutarsak, sırf bu başarının bir ömre yeteceğini ve ona ölümsüzlük sağlayacağını kabul
edebiliriz. Ama bu Aristo'nun daha başlangıcıydı.